Bodrum Fikir Atölyesi’nde bu hafta benim için ayrı bir önemi olan iki büyük filozof ve bilim adamını konuk edeceğim. Kişisel gelişimimi ve dünyaya bakışımı etkileyen iki büyük insanı ilgilendiriyor. Ben herkes gibi ikisini birbirine rakip olarak görmüyorum. Blakis insanlığın bu iki büyük zekasını birbirinin tamamlayıcısı olarak görüyorum. Buyurun Sigmund Freud ve Carl Gustav Jung. İnsanlık tarihinin en entelektüel ringi 20. Yüzyılın başlarında Avrupa’da kuruldu denir.
Ancak Frued’un psikanaliz kuramında duygu ve düşüncelerin cinsel id’ler tarafından yönetildiği savı Jung için tatmin edici bulunmamıştı. Jung buna karşı ontogenetik psişe (ontogenetic psyche) kuramını geliştirmiş, davranışların kökenin de kolektif bilinçaltına bağlamıştır. Kollektif bilinçaltı toplumun arketip’lerinin (Fransızca: archétype) evrimleşerek yarattığı bir fenomendi Jung’a göre.
Hatta Jung bu düşüncesini daha da ileri götürdü ve evrensel bilinç altını kapsayacak şekilde genişletti. İşte bu fikir ayrılığı Sigmund Freud ile Carl Gustav Jung Amerika’ya gemi seyahatleri esnasında iyice ayyuka çıktı ve derinleşti.
Birkaç yıl geriye dönecek olursak Jung’un Frued’u ziyareti sırasında Jung bu fikirlerinden bahsetmişti. Ancak Frued bunun “gizemcilik” akımının bir uzantısı olduğunu düşünüyordu. Hatta bir gün Frued ve Jung ateşli bir tartışmanın içindeyken ofis de bulunan kütüphaneden bir çatırtı sesi gelir. Jung ayağa fırlayarak “işte bunun olacağını biliyordum hissettim” der. Frued şaşkınlıkla bunun bir saçmalık olduğunu ısı değişiminden kaynaklanan genleşme sebebi ile olduğunu söyler. Jung heyecanla “hayır bu ses genleşmenin yaratacağı etkiden daha büyük, ses çıkmadan önce midemde bir ağrı hissettim. Ve bahse girerim bir dakika içinde çok daha güçlü olarak tekrarlayacak” der. Frued şaşkınlık içinde Jung’un ne demek istediğini anlamaya çalışırken aynı ses bu kez çok daha yüksek şekilde tekrar eder. Jung “işte gördün mü sana olacağını söylemiştim bu katalitik dışa vurum fenomeni.
Ruhsal enerjinin maddede vuku bulması” der. Frued şaşkındır ve Jung’a “evrende bazı gizemli olaylar olduğu kesin, ancak bu tür olayları yaptığımız araştırmalarımızın içine katmak intihar olur, zaten dışarıda, bilim dünyasında en ufak açığımızı arayıp üzerimize çullanmak için bekleyen insanlar varken, bunu asla yapamayız” der.
Jung ve Freud Ayrılıyor
İşte bu olay Jung ile Frued’un ayrışan yollarının ilk adımı olur. Devamında Jung yazdığı makalelerde bir çok kez bilmi ve Frued’u eleştirir. Özellikle bir makalesinde “bilimin salt nedensellik ilkesine sorgusuz olarak bu denli saplanıp kalması, kendisinin gelişimi için de önünde ki en büyük engeldir” der. Bu aslında Jung’un sonradan ilgi alanına girecek olan teoloji, etnografi ve hatta astroloji içinde oluşturduğu zihin alt yapısının örneklerini taşımaktaydı.
Eşzamanlılık
Carl Gustav Jung “Eşzamanlılık Teorisi” (synchronicity) ile kendi bakış açısı ile alanında yaptığı en ilginç sıçramadır. Jung buna nedensellik ilkesi ile çalışmayan “anlamlı rastlantılar” diyecektir. Aynı ismi taşıyan kitabının arka kapağında şöyle der “Eş zamanlılık ilkesi, nedensel olarak bağlantısız olguların karşılıklı ilişkisi ya da birliği olduğunu var sayar. Böylece de varlığın bölünmez bir yönü olduğunu kabul eder. Bu yön “unus mundus” olarak betimlenebilir. Bu ilke derinliği ölçülemeyen bir uçuruma köprü kurar. Söz konusu uçurum, tini doğadan, gövdeden ayırmaktadır.”
Jung’un bir çok deneyi geniş kitleler üzerinde yapıldığından aslında tam sonuçlara ulaşamaz. Çünkü çok fazla dış değişkene açık bir durum söz konusudur. Ancak Jung yine de bu tip fenomenleri not etmeyi sürdürür hatta kendi rüyalarının bazen resmini çizer bazen heykelini yapar.
Doğu bilimlerine dair zaten derin bir ilgisi ve bilgisi bulunan, Jung, kendisinin çıkan rüyaları (örneğin Birinci Dünya Savaşı’nın çıkacağını rüyasında görür ve savaş çıkmadan önce bunu ifade eder) ve hem kendisinin hem de hastalarının başına gelen tesadüf görünümündeki eşzamanlı olayları inceleyerek aralarındaki bağlantıları çözmeye çalışır.
“Tam seni düşünüyordum ki sen aradın” gibi günlük hayatta çokça başımıza gelen durumları eşzamanlılık kuramı ile açıklar Jung. Yıllarca görmediğiniz bir arkadaşınız aklınıza geldiğinde bir anda karşınızda görmeniz gibi fenomenler çok sık yaşanan örneklerdir.
Ayrıca dünya tarihine bakıldığında birbiri ile nedensellik bağı bulunmayan olayların aynı tarihe rast gelmesi olasılık hesaplarını altüst eden olgulardır. Örneğin Piramitlerin dünyanın dört bir yanında aynı zaman diliminde yapılması yada Atom bombasının Amerika ve Soviyet’ler tarafından aynı dönemde bulunması gibi.
Birbaşka bilimsel çalışmada Sheldrake’in The Presence of the Past (Geçmişin Varlığı) kitabında küçük bir İngiliz kuşu olan (serçe kuşuna benzer ve göç etmezler) Baştankara’nın öğrendiği bazı basit davranışların yayılması anlatılır.
Bu kuşların bir kaçı, insanların evlerine teslim edilen süt şişelerini gagaları ile delerek açıyor ve kapaklarını geriye doğru çekerek sütü içiyordu. Beş santimetre kadar sütü içebiliyor ve bazen da sütte boğulmuş olarak bulunuyorlardı. Dağıtım kamyonlarını izleyen ve şoför sütleri teslim ederken şişelere kırarak giren baştankara kuşlarının raporları da olmuştu. Bu olay ilk 1921’de, İngiltere’de Southhamton’da rapor edildi ve yayılması, düzenli aralıklarla 1947 yılı boyunca, Hollanda, Danimarka, ve İsveç’te olduğu kadar İngiltere, İskoç ve İrlanda’nın bir çok yerinde kayıt edildi.
Olayın, sadece taklit etmeyle olduğu biçiminde geleneksel bir açıklaması mümkün olmakla beraber, bazı gerçekler, bu davranışın yayılmasında morfik alanların aktif rolünün lehine kanıtlar sunuyor. Birincisi, baştankaralar beslenme yerlerinden fazla uzaklaşmayan kuşlardır, oysa süt şişelerini açma alışkanlığı, Avrupa’ya yayılması dahil, daha önce söylenen yerlerden millerce uzak birkaç yerde birden ortaya çıktı. Sheldrake, alışkanlığın birbirinden bağımsız yalnız İngiliz adalarında seksen dokuz kere yeniden keşfedildiğini tahmin ediyor.
Dahası artan sayıda kuşlar bu alışkanılığı edinince, artan hızla yayıldı. Bu, davranışlarında güçlü motor alanın oluştuğunu akla getiriyor. Yayılmanın öğretici bir örneği süt şişelerinin İkinci Dünya Savaşı sırasında hemen hemen kaybolduğu, fakat 1947 ve 1942’de yeniden yeniden ortaya çıktığı Danimarka’da görüldü.
Baştankara kuşlarının çok azı, alışkanlığı savaş öncesi yıllardan ileriye taşıyacak kadar uzun yaşayabildi, buna rağmen, süt şişeleri yeniden mevcut olunca, alışkanlık hızla yeniden ortaya çıktı.
100. Maymun Deneyi
Daha kontrollü bir deney ise Japonyada yapıldı ve ismine “100. Maymun” deneyi denildi. Japonyadaki Koshima adasında vahşi bir maymun kolonisi yaşıyordu ve bilim adamları onları kumların üzerine bıraktıkları tatlı patateslerle besliyorlardı. Maymunlar tatlı patatesleri seviyor, ancak kumlu ve kirli olarak yedikleri için hastalanan ve bağırsak sorunları yaşayan maymunlar oluyordu.
Bir gün, İmo adlı sekiz aylık dişi bir maymun tesadüf eseri patatesini suya düşürdü ve kumlarından arınan patatesin daha lezzetli olduğunu keşfederek o günden itibaren patateslerini yıkayarak yemeye başladı. Bunu gören annesi ve oyun arkadaşları da İmo’nun yöntemini öğrendiler ve onlar da diğer maymunlara öğrettiler. Kısa bir süre içinde birbirlerini taklit eden bir sürü maymun patateslerini yıkayarak yer hale geldi ve bilim adamları yaşananları 1952-1958 yılları arasında kayda geçtiler.
1958 yılının sonbaharında Koshima adasında patatesleri yıkayarak yiyen maymunların sayısı Kritik Kütle diye adlandırılan sayıya ulaştı, artık hemen hemen tüm maymunlar patatesleri yıkıyorlardı. Bu olay bir tek Koshima adasında yaşansaydı, maymunlar arasında bir tür iletişim olduğu düşünülebilir ve araştırma bu şekilde sürebilirdi. Ancak, 100.maymun da bir sıçrama yaşanıp aynı anda çevre adalardaki maymunlar da patateslerini yıkayarak yemeye başladılar, hatta Japonyanın anakarasındaki Takasakiyamada bile…
Onca maymun bilinen hiçbir şekilde iletişim kurmuş olamazdı ve bilim adamları ilk kez böyle bir olayı gözlemliyorlardı. Sonunda, bu adalar boyunca uzanan bir tür morfogenetik yapı (morfolojik alanlar) ya da alanın varlığı nedeniyle maymunların aralarında iletişim kurduklarını ileri sürdüler. Maymunlar üzerinde yapılan bu araştırmadan sonra Avustralyalı ve İngiliz bilim adamları insanlar üzerinde de benzer araştırmalar yaptılar ve insanın bilinmeyen tarafına dair çok ilginç sonuçlar elde ettiler.
Bugün, insanları birbirine bağlayan bir enerji ağı olduğu gerçeği konu ile ilgilenen kişiler tarafından kesin olarak kabul edilmektedir ve tek bir kişinin başlattığı bir değişimin, zaman içinde diğer kişilere de sirayet etmesiyle ulaşılan Kritik Kütle sayısının tüm insanlığı etkileyen bir kuantum sıçrayışı etkisi yaratabildiğine düşündürdü.
Jung’un bu çalışmalarına bilim ihtiyatla yaklaşıyordu hatta Jung kendisi bile zaman zaman akademisyen dostlarına yazdığı mektuplarda yaptığı çalışmalarda bilimsel sınırların dışına çıkıp çıkmadığından kendisinin bile şüphe duyduğunu itiraf ediyordu.
1920′lerde yolları ayrılan Jung ve Frued hiçbir zaman aynı araştırmanın içinde olmadılar. Birkaç konferans dışında hiçbir araya gelmediler. Birbirlerini uzaktan izlemek ile yetindiler. Frued’un sekülerizme dayanan bilimsel ilkeleri bu gün hala Psikoloji biliminin temelini ve vizyonunu oluşturmaktadır. Jung ve Adler gibi psikoloji biliminin kuruluşuna katkıda bulunan yirminci yüzyıl filozoflarının ruhları ise fikirlerinin anlaşılmasını ve benimsenmesi için insanlığın olgunlaşacağı günü bekliyorlar. Belki de Frued haklıydı ve bu yüzden Jung tarih sahnesinde hiçbir zaman hak ettiğini düşündüğü yeri alamayacak bunu zaman gösterecek bizler değil ama torunlarımız bu konuda bir karar verecek.
Jung’un Kırmızı Kitabı
Jung’tan bahsederken onun analitik psikoloji kuramının temelini oluşturan “Kırmızı Kitap” dan bahsetmemek olmaz. İçinde bence Jung’un psikiyotik hezeyanlarının da olduğu bu kitap gerçekten insan bilinç altının kendi deyimi ile bilinç dışının karanlık dehlizlerine açılan bir tünel niteliği taşıyor.